Alt katta oturan yaşlı komşumuz Bayan Stein hariç bütün mahalleli ile aramız iyidir. Herkesle selamlaşır, ayak üstü dahi filanca mağazadaki ucuzluktan, nehrin öte yakasına yerleştirilmeye başlanan Amerikan füzelerinden sözeder, biraz da dedikodu yaparız. Mesela, bu seneki itfaiyeciler bayramında ziyaretçilere bira ikram edilmesinden duyduğumuz memnuniyetsizliği belirtiriz. Eğer eşimle berabersek ve muhatabımız da bir hanım ise, ben pek söze karışmam, zira onlar, falancaların yeni aldığı tam olarak çamaşır makinasından veya filan marka elektrik süpürgesinin evin her tarafına erişebilen kablosundan konuşuyorlardı. İyi çetele tutmasını bilen herkes, mesela şu Bayan Stein, mahallemizde kimin nesi var, nesi yok bilebilir, çünkü mutlaka hemen herkes yeni aldığı birşeyden, gene hemen herkese sôzetmiştir . İnanıyorum ki Avrupa nın istisnalarından bir tanesi de mahallemizdir. Hatta Avrupalıları iyi tanıyan biri, mahallemizin bu haline bakıp onu pekala dünyanın sekizinci harikası sanabilir. Mahalle dedimse ,komşu mahalleler ile bizi genişçe bir caddenin ayırdığı düşünülmesin, şehirle aramızda on kilometrelik bir mesafe, birbirine paralel iki oto yol, bir devlet yolu ve bir de çay vardır. Evlerimiz Ren nehrinin genişçe bir kavisi üzerinde, birbirine dik iki ana caddenin etrafında toplanmıştır. İki bankamız, hemen herşeyi bulunduran bir mağazamız, beş birahanemiz vardır. Tabii,Katolik ve Protestan hemşehrilerimiz için iki ayrı kilise ile her birinin bünyesinde birer de anaokulu yer almaktadır. İlkokulumuz çok faaldir. Tatil günleri şehire veya uzak mesire yerlerine hiç gitmeyiz. Baba Ren ile kıyıdaki geniş koruluk bize bol bol yeter. Kış aylarında ise bütün mahalleli birahanelerde toplanır, sohbet eder, eğlenir. Lakin mahallemizde hala sırrını çözemediğim bir hal vardır. Akşam karanlığı çökünce sokaklar boşalır, ortalıkta in cin top oynar. Sadece sokaklar mı ?Birahaneler de öyle. Bir tek Kızıl Willi’ninkinden ışık sızar. Artık o da tezgahın önüne çıkmış, üç dört hayta müşteriyle beraber çene çalmaktadır. Evler ayrı bir alemdir. Saat sekize gelmişse, bir tek duvarlar soluk alıp verir. O kadar sessizdir. Zaten Bayan Stein’la yıldızımız bu yüzden barışmaz ya .Bizim çocuklar, Allah ömür versin, bizimle beraber yatar, kalkarlar. Eh, çocuk bu, durdan, sustan anlar mı. Tabii, kapımızın zili her sabah Bayan Stein’in parmak ucunda sinirli sinirli çınılar. Herr Türk Bay Türk Ich weiss es … Biliyorum bayan Stein, biliyorum… İhtıyar kadınla bütün konuşmamız bu kadardır. O benim yüzüme şeytan görmüş gibi bakar, ben de onun. Aralık ayının üçüncü Pazartesi günü, her zamanki gibi saat sabahın altıbuçuğunda Bayan Stein’ı savdıktan sonra hissettim ki, üzerimde alışık olmadığım bir sinirlilik var. Oysa bir iki gün sonra iki haftalık Noel tatili başlayacaktı. Sabahları karanlıkla bir sokağa çıkmayacak, arabanın soğuktan donan kapısıyla boğuşmayacaktım. Yatakta istediğim kadar tembellik edebilecek, canım çekerse öğle uykusuna bile yatabilecektim. Az mı sevinelecek şeydi bunlar. Sinirliliğimin sebebini tatile gireceğimiz gün birdenbire içimde, ta içimde, dipdiri, diş gıcırtısı sesinde buluverdim. Bayan Stein ve Noel. Öyle ya, üc gün boyunca bu ihtiyar kadının noelini tebrik etmeye bir sürü mahalleli gelecek. Akşamları, nihayet dördüncüsü de yakılan mum ışığında ibadet edecekler, dua okuyacaklar. Ne var ki, bizim evin gürültüsü yukarıdan aşağıya harlayıp inecek, böylece mahalleli bize karşı eski sıcak havasından cayacak, kimbilir, artık selam da vermez olacaklar. Mahalleye taşındığımızdan beri, hiçbir noelde evimizde kalmamış, devamlı yatılı misafirliklere çıkmıştık. Ben şimdi ne yapacaktım? O telaşla çocukları başıma topladım. Bakın… dedim, bugün akşam soluğunuz çıkmayacak. Sizi ikaz bile etmeyeceğim. Kim ağzını açarsa, derhal bodruma…
Kim bilir nasıl bir çehre ile bunları söylemiş olacağım ki, eve döndüğümde içeride kimse yok sandım. Çocuklar, akşamı beklemeden, kedi eniği gibi birer tarafa sinmişler, sessizce bekleşiyorlar. Büyük oğlan,o gün anaokulunda kendilerine verilen noel armağanlarını bile göstermeye çekindi. Ama yutkunup durmasından belliydi ki, kafasına takılan birşey vardı. Nedir ?…dedim. Dudaklarını kıpırdatmaktan çekinerek: “Bunları bize Cristkind getirmiş baba” diye fısıldadı. Cristkind ne demek?
Herhalde, “Hıristiyan Çocuk” falan demek olacaktı. Söyledim, pek inanmadı ama sesini de çıkarmadı. Akşam saat altıda mahallemizin her iki kilisesinden yükselen çan seslerine, daha uzaklardan gelen başkaları da karıştı. Hıristiyan hemşehrilerimizin haftalardır hazırlandıkları bayramları başlıyor işte. Çam dallarına asılmış mumlar, lambalarla aydınlanmış salonlarında bütün ev halkı ,uzak yakın akrabalar toplanmış, birbirlerini tebrik ediyor olmalıydılar.
Az sonra, mahalledeki kimsesizleri, yaşlıları görmeye çıkarlardı. Bizim evde sessizlik devam ediyordu. Çoluk çocuk, hani neredeyse, sessizliği parçalayan çan seslerini de susturmaya kalkışacagımı bekler gibiydi. İçime aniden bir sıkıntı çöktü. Bizim de bayramlarımız vardı. Öyle ya kaç yıldır ne ana, ne baba yüzü görüyorduk. Eşle dostla bayramlaşma sevincinden mahrumduk. Bizim de kimsesizlerimiz, yaşlılarımız vardı. Varıp ellerini öpmemizi, gönüllerini almamızı bekleyenlerimiz vardı. Eh Bayan Sitein, hadi bakalım gün senin günün, işte çoluk çocuk bacağımızı kırıp sessizce oturuyoruz. Bayramın kutlu olsun emi.
Birkaç saat sonra en küçüğümüzün uykusu geldi. Yerine götürüp yatırdık. Çocuk tam uykuya dalıyor olmalıydı ki, kapının zili sirenler gibi keskin keskin öttü. Herhalde, binadan birilerine kutlamaya gelenler yanlış zile basmış olacaklardı. Ama kısa bir aradan sonra gene tekrarlandı. Gidip açtım. Bayan Stein! Beynime kaynar sular döküldü sandım. Biliyorum demek için ağzımı açıyordum ki, Bayan Stein başka şeyler söylemeye başladı:
“Evde yoksunuz sandım” diyordu. Merak etmiş, emin olmak için böyle rahatsız etmiş, bağışlanmalıymış.. Ardına baka baka merdivenleri indi. Halinde pek bir gariplik vardı. Hani, pek de haksız sayılmazdı. Evde olalım da bu kadar sessiz durabilelim!
Aradan bir yarım saat daha geçmişti. Kapı gene çalındı. İşte bu defaki yanlış olmalıydı. Ama gene çalınınca, kalkıp açmak gerekti. Açtım, şaşırdım. Gene Bayan Stein!
“Şey… Düşündüm ki, çocuklar hasta mı yoksa?”
Hayır, dedim, iyiler. Yüzüme boş boş baktı. Birşeyler daha söylememi bekler gibiydi. Sonunda dayanamadı, döndü, gitti. Ben, çocuklardan birini daha yatağına götürdükten sonra, bizim evin sessizliği müthiş arttı; ne sinir bozucu şeymiş şu sessizlik…
Ren’den geçen vapurların artık sadece motor-sesleri değil, suların dalga sesi bile duyulur oldu. İşte bak, bir yerlerde ilâhi söyleniyor; en az üç sokak ötede olmalı; sesler boğuk.. Büyük oğlan âniden başını kaldırdı; pür dikkat kesildiği birkaç saniyenin ardından fısıldadı:
“Kardeşlerimden biri ağlıyor!”
Dikkat kesildik; hayır, bizim evin içinde sinek bile vızıldamıyordu. Ama çocuk yanlış duymamıştı; birileri ağlıyordu ve bizden de pek uzakta olmamalıydı. Zira mırıltılar hece hece anlaşılabilecek kadar netti. Biraz daha kulak kesilince sesin sahibini, hepimiz aynı anda tanıdık. Bayan Stein’dı bu..
“Oh tanrım… “ diyordu sık sık. Sesi giderek yükselmeye, hıçkırıkları içime oturmaya başladı. Vakit neredeyse gece yarısıydı.
“Hastalandı mı yoksa?.. diye söylendi eşim, “gidip baksak mı?”
Olur mu canım.. dedim, dua ediyordur belli ki!
Sustuk; ama o susmadı. Acılı, yürek eriten bir sesle ağlamaya devam ediyordu. Sonunda gidip bakmaya karar verdim. Aşağıya indim. Zilini çalacağım sırada, karşı dairenin kapısı açıldı. Bay ve Bayan Kaminski’ler misafirlerini uğurluyorlardı. Onların, da fikrini almak için bekledim. Misafirleri çıkınca, başımla Bayan Stein’in kapısını göstererek:
“Saatlerden beri ağlıyor…” dedim.
Karı-koca, kılları bile kıpırdamadan omuzlarını çektiler, bana “iyi bayramlar..” deyip kapılarını örttüler. Donup kalmıştım. İçimden, “onları ilgilendirmeyen şey, beni niçin ilgilendirsin..” diye geçirdim. Dönmeye niyetlendim ama yapamadım. Bayan Stein’ın sesi, şimdi çok daha yakınımda, sanki anamın sesi gibi içimde titriyordu. Kimbilir, benim zavallı anacığım da o güzelim bayram günlerini ardımızdan gözyaşı dökerek geçiriyordur. Artık daha fazla tereddüt etmedim, zile bastım. Kadıncağız ayak üstünde miydi bilmem, kapı hemen açıldı.
Bayan Stein.. dedim, rahatsız mısınız?
Cevap, ateş parçası gibi geldi:
“Hayır Bay Türk, yalnızım, kimsesizim, öksüzüm!”
Omuzuma atılmış, sarsıla sarsıla hıçkırıyordu.
Bize gidelim.. dedim. Hiç itiraz etmedi. Başı omuzumda, yürüdük. Sesi duvarlara çarpıp yankılanıyor, ortalığı vâveylâya boğuyordu. Bizim uyuyan çocuklar bile yataklarından fırlayıp geldiler de, komşulardan hiçbirisi bu yaşlı, acılı sese kulak vermediler. Oturttuğumuz koltukta onu bir süre kendi hâline bıraktık. Ağıtlanıyor, ömrünü dünden bugüne hikâye ediyordu:
Bomba yağmurunun altında bile terketmemişti çocuklarını. Başkaları, canlarının derdine düşüp kundaktaki çocuklarını terkedip kaçarlarken bile o, oğlunu ve kızını omuzlarından yere indirmemişti hiç. Cepheden dönmeyen kocasının yerine onlara baba olmuştu. Tarlalarda, inşaatlarda, fabrikalarda erkekler gibi çalışmış, her ihtiyaçlarını karşılamıştı. Gerçi savaş sonunda adam kıtlığı vardı ama, o isteseydi, o güzelliği ile koca bile bulabilirdi. Ama çocuklarına kıyamamıştı. Okutmuştu onları. Oğulu makinist olmuştu, kızı eczacı. Onlar da ana-babaydı şimdi; ama bizim de anamız var, demiyorlardı işte.
Gözyaşları tükenip hıçkırıkları yatışınca bize de sitem etmekten geri durmadı.
“Çocukların sesiyle avunurum diyordum uzaktan uzağa, tam gününü buldunuz onları susturmanın!”
Ah, biz neler düşünmüştük oysa.. Anlattım. En çok, “geleniniz gideniniz olur” sözlerine takıldı kafası.
Sordu:
“Sizde öyle midir?”
Evet.. dedim, “bizde hiçbir bayramda kimseyi yalnız bırakmazlar…”
“Kimsesi yoksa bile mi?”
Evet, kimsesi yoksa bile.. Aksine o tür kimselerin misafiri daha çok olur. Birkaç ay yetecek kadar bol yiyecek getirilir onlara.
Pek inanamadı. Eşim kaşıgözüyle bana işaret ediyordu. Haklıydı. Bu tür sözler ona yalnızlığını daha fazla düşündürmekten başka neye yarardı ki! Ama o hiç alınmadı.
“Ah..” dedi sadece, “bizde başkadır bu işler! Eğer seni ziyaret edenlere çok daha değerli armağanlar veremeyeceksen, işte böyle kimse çalmaz kapını. Hatta çarşıya-pazara giderken çocuğunu bana bırakanlar bile uğramazlar böyle günde…”
Bizim böyle sesli sesli konuşmamız, çocuklara ültimatomumu unutturmuş; salonun altını üstüne getirmeye başlamışlardı. Her zamanki gibi! Hatta zaman zaman Bayan Stein’ın üstüne bile atıldıkları oluyordu. O gürültü arasında, yukarıdan ikaz edildiğimizi duymadık. Ama, her adım atışında âdeta binayı sallayan fil irisi Bayan Tinnen kapımızın zilini uzun uzun çalınca, hemen içeriye, çocuklara seslendim.
“Susun bakayım! Bakın Bayan Tinnen rahatsız oluyormuş!..”
Vay, sen misin bunları söyleyen!
Bayan Stein önde, bizim çeri arkada, kapının önüne yarıştılar. Bayan Stein, eli belinde, kükredi:
“Nedir?”
İri-yarı komşumuz, bana söyle- diklerini ona da tekrarladı.
“Ahd-i Atik okuyoruz, ibadet ediyoruz, rahatsız oluyoruz gürültüden…”
Ben yeniden özür dilemeye davranırken, Bayan Stein kapının kanadını kavradı, karşıdaki kadının yüzüyle bir savurarak öyle bir küfretti ki, benim yüzüm kızardı.
“Defol..” diye bağırdı sonra, “ibâdetiniz batsın sizin. Bir daha ağzını aç da göreyim…”
Kapanan kapının ardında kalan kadının ne yaptığını bilmiyorum ama ben çok güç durumda kalmıştım. Yarın yüzyüze gelince ne diye- cektim bu kadına. Bayan Stein’a bunu söylediğimde, elini salladı:
“Ah siz şarklılar.. “ dedi, ne kadar saf insansınız. “Demek mahallelinin sahte dostluğuna inanıyorsunuz ha! Yirmi yıldır buradayım, sizin gibi yabancıların ve biz kimsesizlerin cenaze merasimine katılmış bir tek mahalleli görmedim ben…”
Bizim en küçüğü kucağına aldı.
“Kalkın çocuklar…”dedi sonra, “benim evime gidelim, yiyecek çok şeyler var.
Eşimin şaşırmış bakışlarını görerek söylendi:
“Biliyorum kadın, domuz eti yok bende. Rahatına bak sen!”
Gittiler. Az sonra aşağıdan arı kovanı uğultusu sökün etti. Karı koca, birbirimize bakıp kaldık. Gurbeti konuştuk sonra. Bizim sevgili mahallemizin asıl içyüzünü öğrenmek, bize hiç de yaramadı. Memlekete bir an evvel dönmeye karar verdik.
Allah nasip ederse!
Hikaye : Hasan Kayhan