Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
İ.Ethem Büyükköse

KARAMAN’A KALAN EN BÜYÜK MİRAS:

Miras, insanlık tarihi kadar eski bir gelenek ve alışkanlıktır. Günümüzde de bütün medeni hukuk kurallarının koruduğu ve hak/sorumluluk olarak tanıdığı bir kavramdır. Geçmişten gelen birikimin aile, soy, ırk, devlet olarak devamını sağlamak gibi de bir amacı vardır. Bu kavram genelde maddi ( somut ) miras olarak yaygın bir şekilde hayatımızda yer alsa da bir de manevi ( soyut ) miras konusu vardır. Bu yazının konusu da budur.

Bu yazımda 10.000 yıllık bir şehir olan Karaman’a 13. yy’dan itibaren kalan ve bana göre de en kıymetlisi olan manevi mirastan bahsedeceğim.

13. Yüzyıl Anadolu’suna bakış:

Türkler 11. yüzyıldan itibaren, coşkun bir fetih ve cihâd ruhu, gazâ ideolojisi; bu topraklarda, bu coğrafyada yurt tutma, yeni bir vatan ve devlet kurma heyecanındadır. Oğuz/Türkmen boyları, “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyerek “Güneş Ülkesi” Horasan’dan “Güneşin Doğduğu Yer” Anadolu’ya Asya’dan boşanan bir sel gibi, dalgalar halinde akmıştır. Selçuklu Sultanlarının sevk ve idaresinde, Selçuklu ordularının öncülüğünde, bugün üzerinde yaşadığımız toprakları yurt edinmeyle başlayan bu serüven, Moğolların Anadolu’yu işgali ile tarihi bir dönüm noktasına girmiştir. 

Babai İsyanı ve sonrası Anadolu:

Gıyâseddin Keyhusrev babası Alaaddin Keykubat’ı öldürdükten sonra yönetimi tamamen Sadettin Köpek’e devretmiş ve Anadolu Selçuklu devleti tamamen Moğol vassalı olmuştur.

İsyanın şüphesiz ekonomik, sosyal, siyasal birçok sebebi vardır: Ama dönem kaynakları incelendiğinde en temel sorun olarak Türkçe konuşan soyun etkisini yitirmesi Anadolu’da birliğin bozulmasına en büyük etkiyi yapmış ve halkı isyana teşvik etmiştir. Çünkü bireyler kendilerinin mevcut yönetim içinde etkinliklerinin kaybolduğunu fark etmiş, bu durumun değişmesi ve Anadolu’da birliğin sağlanması için Türkçe konuşan soyun işbaşına gelmesi gerekliliğine inanmışlardır.

Anadolu Selçuklu Devleti, tuttuğu paralı askerler sayesinde Malya Ovası’nda Türkmen isyancıları etkisiz hale getirmeyi başarmıştır. İsyan zorluklarla bastırılsa bile bu durum Moğolların vassalı olmalarından kurtulmalarına yetmemiştir. “Babailik” olarak tarihe geçen bu kavramın etkisi yıllar boyunca sürmüştür.

Moğol mezalimi Anadolu’da yaşayan halka tarihte görülmemiş biçimde bir travma yaşatmış ve halkı bir anlam arayışına sürüklemiştir. Halk aidiyetini kaybetmiş ve bir boşluğa düşmüştür. Sezai Karakoç bu duruma “metafizik yara” adını vermektedir. Anadolu halkı bu travmadan sonra dünyayı yeniden tanımlama ihtiyacı hissetmiş, Anadolu aydınları da yazdıkları eserlerde sürekli birlik ve dirlik vurgusu yapmışlardır. İlk sarıldıkları şey ise “Türkçe” olmuştur.

Kösedağ Savaşı’ndan sonra meydana gelen bu travmaya, Ahi Evran, Yunus Emre, Aşık Paşa gibi Anadolu Sufileri yeniden bir özgüven oluşturmayı ve geçmişle olan bağları yeniden kurmayı sağlamak istemişlerdir. Toplumda derin yaralar açan Moğol mezaliminin yaralarını da bu şekilde sarmayı başarmışlardır.

Aşık Paşa ve eseri Garipname Hakkında:

1272 yılında doğan Aşık Paşa, Babai isyanlarında öldürülen tanınmış Mutasavvıf Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’dan torunudur. Baba İlyas, Türkmen oymaklarının şeyhi olmuş, onlarla birlikte Selçuklu Sultanı Keyhüsrev’e karşı isyanlara katılmıştır. Fuat Köprülü, Şakâ’ik tercümesinden aktardığı bilgilerde Karamanlılar sülalesinin müessesesi olan Nûri Sûfi’nin, Baba İlyas müridi olduğunu, Baba İlyas’ın ölümünden sonra saltanatını Nûri Sûfi’ye bıraktığını, Baba İlyas müritlerine Babai denildiğini, Baba İlyas’ın oğlu Muhlis Paşa’nın Aşık Paşa’nın Babası olduğunu, Muhlis Paşa’nın Konya’da altı ay tahtta oturduğunu söyler. Dolayısıyla Aşık Paşa ailesinin tarihinin Anadolu’daki meşhur Babailer isyanıyla ve Karaman Beyliği’nin başlangıç meselesiyle sıkı sıkıya bağlı olduğuna işaret eder. ( Edebiyat Araştırmaları – Fuat Köprülü)

Aşık Paşa’nın Garipname’yi yazdığı dönem, Konya’da Fars(Iran-Acem) dili yaygındır. Buna karşılık Kırşehir’de Süleyman Türkmani, Ahi Evran, Baba İlyas ve İshak’ın aile bireylerinin savunduğu Türk dili ve kültürü egemendir. Aşık Paşa, Fars diline direnenlerin başındadır. Aşık Paşa’nın Garipname’sini yıllar sonra Mevlid’in sahibi Süleyman Çelebi görmüş ve ondan çok esinlenmiştir.

Eserinde Türk dilinin ihmal edilmiş olmasından yakınan Aşık Paşa şöyle der:

Türk diline kimseler bakmaz idi

Türkler’e her giz gönül akmaz idi

 

Türk dahi bilmez idi bu dilleri

İnce yolu ol ulu menzilleri

 

Bu Garipnâme ilen geldi dile

Kim bu dil ehli dahi ma’nâ bile

 

Türk dilinde ya’ni ma’nâ bulalar

Türk vü taçik cümle yoldaş olalar

 

Yol içinde birbirini yirmeye

Dile bakup na’niyi hoş görmeye

 

Tâ ki mahru kalmaya Türkler dahi

Türk dilinde anlayalar ol Hak’ı.

Gülşehrî gibi Âşık Paşa da Türkçeye olan ilgisizlikten yakınarak; bilerek, isteyerek ve severek Türkçe eser yazdığını belirtmiştir ki şairin bu tavrı ona millî edebiyat akımının ilk mübeşşirleri arasında yer alma şerefini kazandırmıştır.

Aşık Paşa’nın Garipnâme’yi yazdığı dönem, Orta Anadolu’da Eretnaoğulları ve Kadı Burhanettin zamanında devlet dili, Farsça idi. Garipnâme’nin Türkçe yazıldığından dolayı, kıymetsiz sayılmamasını isteyen Aşık Paşa, esasen dönemin şehirlerde yaşayan münevver sınıfın psikolojisini anlatmış. Türkçe’yi Arapça ve Farsça gibi bir ilim edebiyat dili değil, basit ve kaba bir konuşma dili sayanlara karşı milli bir edebiyat diliyle çıkmıştır. ( Edebiyat Araştırmaları – Fuat Köprülü)

Moğol baskıları döneminde Orta Anadoluda Farsça etkisinin artmasına tepki olarak Aşıkpaşazade Garipname de İslam ile izzetli bir hayat yaşamak için Türkçeni korumak zorundasın diyor. Garipname, Osmanlının Kuruluş Döneminde metafizik olarak devletin omurgasını oluşturan değerlerden biri olmuştur.

Aşık Paşa ve ailesi hakkında bilgi veren Elvan Çelebi’nin Menâkıbnâmesinin Karaman’da bulunan ilk ve tek nüshası bir tesadüf mü?’

“Konya Mevlana Müzesine bir gün, 15 Temmuz 1957 Çarşamba günü, Müzeye satılmak üzere bir çuval el yazması kitap getirilmişti. Getiren kişi, Karamanlı Durmuş Ali Emre adında, okur yazarlığı dahi şüpheli bir eskiciydi. Köylerden ve kasabalardan topladığı eski kitapları, eski eşyaları zaman zaman Müzeye getirir, satın aldığı fiyatın üzerine birkaç lira ekleyerek bize satar, böylece maişetini karşılardı. Durmuş, Müzenin ihtisas Kütüphanesine, etnograf~ malzemesine bu yolla pek çok eser kazandırmıştı. Kendine itimadımız fazlaydı. Bir eseri 10 liraya almışsa, bize 15 liraya satardı, aldığının ve sattığının gerçek değerini bilmezdi, çok fakir olmasına rağmen, eğer ödeneğimiz yoksa (Bu da. benim Mevlana Türbesi’ne hediyem olsun) der, kitabi veya eşyayı bırakır, giderdi. o gün de bir çuval getirmiş, çuvalı müdüriyet odasına boşaltarak: (Müdür. Bey, seçmece yok! Vallahi bu sefer Karaman’ın köylerini, kasabalarını bir ‘bir dolaştım, bunları bulabildim. Kaça almışsam işte şu kağıtta. yazılı, üzerine üç, beş lira koy, al .. ) diyerek listesini uzatmıştı. Listede kitap adları değil,. (Kara kaplı koca kitap, kenarı yırtık sarı kitap) gibi ifadeler ve karşısında fiyatları yazılıydı. Kitapların hemen hepsi yazmaydı ve çoğu, “Medrese alet kitapları” dediğimiz: fıkıh, akaid gibi ders kitaplarıydı.’ (Gene bir Medrese rafını boşaltmışsın Durmuş Ali) diyerek şaka ettim. Elime aldığım üçüne~ veya dördüncü kitap değişikti. Mesnevi tarzında düzenlenmiş Türkçe manzum bir eser. Heyecanlandım. Yazı karakteri, ‘kâğıdının ellisi, eskilere gidiyor, XIV. Yüzyıla kadar uzanıyordu. Baş tarafından noksandı, ama son sayfasında: (Temetıti’l-Kitabu’l-Kudsiyye fi . Menasibi’l-Ünsiyye) ibaresi, kitabın adını ve tamamlandığını bildiriyordu. “

“Eserin Elvan Çelebi’nin, kaynaklarda bahsedilen, fakat adı tam olarak verilmeyen kısaca (Menakıb’ul – Kudsiyye) adlı atası Baba İlyas ve soyunun menkabevi tarihine ait, olduğunu. Böylece Elvan Çelebinin şimdiye kadar ele geçmeyen ve şimdilik dünyada tek nüsha olarak bilinen Anadolu Selçuklu ve Selçuklu Tarihinin Babailer Ayaklanmasına, ayrıca ayaklananların kendi ifade ve görüşleriyle yeni bilgiler, ilave eden, değerinin ölçülmesi imkânsız” bir kitap. ( Celalettin Işık )

Karamanoğlu Mehmet Bey fermanın önemi

 

Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya’yı işgal ettiğinde halka hitaben yayınladığı ilk fermanda, “Bundan sonra divanda, dergahta ve bârgâhta (saray ve resmi daireler), mecliste, meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.” demiştir.

Esasen Türkçenin 1277’de Konya’da hüküm süren Karamanoğlu Mehmet Bey’in girişimiyle bir yönetim dili oluşu, dikkate değer bir yeniliktir. ( Osmanlı imparatorluğu tarihi – Robert Mantran)

Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu meşhur fermanının neredeyse aynı önemde ve içerikte yüzyıllar sonra Mustafa Kemâl Atatürk’ün Heyet-i Temsiliye Nâmına dikte ettirerek yazdırdığı, Tarihî Telgrafı / Mustafa Kemâl Atatürk’ün Heyet-i Temsiliye nâmına Türkçe’den başka dillerde yazılmış mektup ve telgrafların sansürlerinin bu dillere hâkim olan memurların bulunamayışı dolayısıyla yapılamadığını ve Türkçe’den başka bir dille yazışma ve haberleşmenin yasaklandığına dâir telgrafı, 10 Nisan 1336 [10 Nisan 1920] tarihli.

Metnin Transkripsiyonu:

“Telgrafnâme

Edirne K1. K, İmza: Necmeddin, Mahreci: Ankara, Numrosu: Bilâ Sansürün Türkçe’nden gayri lisanlarla [başka dillerde] yazılmış mektup ve telgrafları kâmilen tedkik edilmesi [noksansız incelenmesi] lâzım olduğu hâlde her yerde elsine-i muhtelifeye [çeşitli dillere] âşina me’murlar bulunamadığından maksad te’min edilemiyor. Binâenaleyh şimdilik memâlik-i Osmaniye dâhilinde Türkçe’den gayri lisanla muhabere icrâsı memnudur [haberleşme ve yazışme yasaktır]. Bu telgrafın ahâliye ve alâkadârâna [ilgililere] tebliği ve şimdiye kadar elsine-i saire ile [başka dillerle] yazılmış mevâdın tedkiki için de bezl-i gayret [elden gelen hayretin gösterilmesi] olunması herhâlde sansür edilmeden ashâbına [sahiplerine] tevzi’ olunması mercudur [dağıtılması ricâ olunur]. Vilâyetlere ve müstakil livâlara nazaran ordu ve baş-müdiriyetlere yazılmışdır. 10/ 4/ [13]36 Heyet-i Temsiliye nâmına Mustafa Kemâl”

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, Türkçenin Anadolu’da yönetim dili olması yönüyle bir ilktir. Nitekim İslam tarihi uzmanlarından Claude Cahen bile bu konuda şaşkınlığını saklamamaktadır. “Bütün bunların arasında en çok şaşılacak şey ise, Türkmenlerin Arapçayı ve hatta Farsçayı bilmemeleri nedeniyle Rum’daki Selçukluların tarihinde ilk kez Türkçeyi kullanan bir divan kâtipliği kurmuş olmalarıdır. ( Osmanlıdan önce Anadolu Türkleri – Claude Cahen)

Karamanoğlu Mehmet Bey’in; Kuran dili olduğu için medreseler vasıtasıyla vücut bulan Arapçaya ve işlenmiş bir edebiyat dili olan Farsçaya karşı tutumu, Türkçenin vücut bulması doğrultusunda ilk siyasi çıkıştır. Zira söz konusu dönemde Arap, Fars ve Türk kültürleri arasındaki savaş; Türkçe adlar yerine eski İran isimleri almaya başlayan, Şehnâmeler yazdıran, Farsça ve Arapça unvanlar alan Selçuk sarayına karşı, kendi kültürlerine inatla sahip çıkan geniş Türkmen kesimleri arasındadır. Türkçenin itibarsızlaştırılması Türkçe konuşan kesimin tarihte bir özne (fail) olmasının önüne geçmek içindir.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu fermanı, Türk kültür tarihi bakımından mühim bir hadisedir. Konuşulması istenmeyen dilin Farsça olduğu muhakkaktır. Bu karar, herhalde yalnız Karamanoğlu Mehmet Bey’in değil, o zaman sayısı epeyce fazlalaşmış bulunan aydın Türklerin duygusunu da ifade etse gerektir. Zira bu esnada Klasik Türk Edebiyatı da ilk mahsullerini vermeye başlamıştır.

XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın başlarında Anadolu Türk Edebiyatı açılıp serpilişe tanık olur. Selçuklu Devleti’nin yıkıntıları üzerinde Türk beyliklerinin ortaya çıkışı, Türkleşmiş bir jeopolitik bütünlükle, kültür ve düşünce etkinliklerinin gelişmesine de uygun şartlar doğurmuştur. ( Oğuzlar- Prof. Dr. Faruk Sümer )

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, Türkçenin Anadolu’da yönetim dili olması yönüyle bir ilktir.

Moğolların Kayseri’den Erzurum’a kadar olan bölgede 200 bini aşan in­san katliamı, Karamanoğlu Mehmet Bey’in harekete geçmesine neden ol­muş, Siyavuş adında bir şehzadeyi Hükümdar atayarak zaptettiği Konya’nın tahtına oturtmuştur.

Yunus Emrenin Türkçe yazması tesadüf değildi.

İslam coğrafyasında Arapça ve Türkçe rekabetini Yunus Emrenin yaşadığı dönemlerde görürürüz. Günlük hayatın içinde dinin etkisini görmek ve dini anlaşılır kılmakla ilgili Yunus ve çağdaşlarının çabalarına bir tepki olarak İbn Manzur’un Lisan ul Arab’ı bu dönemde yazılmıştır. Mısır merkezli İslam entelektüelleri de bu rekabete katılmıştır. Türkçenin de en önemli gramer kitapları bu dönem yazılmıştır. Bütün bunların aynı dönem yazılmış olması tesadüf değildir. Yunus Emrenin özellikle Türkçe yazması da tesadüf değildir. Hak arayışı ve İslamın felsefi olarak bir temele oturtulması amacıyla herhangi bir kavram karmaşası da olmaması için özellikle Türkçe yazmıştır. Yunusun Türkçeyi varlığa, var olmaya bağlaması Türkçenin kültür ve medeniyet dili olmasını sağlıyor. Yunusun kendi içe dönük serüveni ve kemalata giden yolu keşfi Türkçe kelimelerle ifadesi halka mal oluyor. Yunusun ortaya koyduğu bu gelenek daha sonra da devam etmiş ve Türk aydınının özgüven kazanmasına sebep olmuştur. ( Yavuz Divanı, Cem Sultan Divanı vb ) Yunus’un tarihe mal olmasını sağlayan en temel özelliği Türkçeyi sürdürülebilir şekilde kültür sanat edebiyat dili olarak kazandırmasıdır. Devamında da tasavvuf edebiyatı ve dini ilimlerde de Türkçe kullanılmaya başlamıştır. Osmanlıda da bu gelenek devam etmiştir. Mevlitlerin yaygın olarak yazılmasının sebebi de budur. Bilim dili olarak yaygın şekilde Türkçe kullanılmaya devam etmiştir. Seyid Ali Reisin ilk teorik astronomi kitabı Türkçe yazılmıştır. Piri Reis’in Kitabı Bahriye’sinde yer isimleri Türkçe yazılmıştır. Osmanlı idarecileri, Arapça ve Farsçaya karşı bu derece ilgi duymalarına karşın devletin resmî ve bilim dilinin Türkçe olması gerektiği bilincindeydiler. Çünkü onlara göre “Dil bir topraktır, diğer ilimler ise onun ürünleridir.” Bu sebepten, Osmanlı idarecileri Arapçayı devletin resmî dili yapmak yerine, dine duyulan sevgi ve saygının, dinî değerleri öğrenmenin bir aracı olarak medreselerde öğrenilmesi ve öğretilmesi taraftarı olmuşlardır. Yeniçeriler devşirmelerden oluştuğu için ilk yapılan şey bir Türkmen köyünde Türkçe ve Türk örf adetlerini öğrenmek zorunluluğu olmuştur.

“Yunus Emre’nin tarihte yaptığı iş, sözü yani Türkçeyi atıl olmaktan kurtarıp, esas biçimini vermiş olmasıdır. O, varlık ile Türkçe konuşmuş. Dolayısıyla varlık da onunla aynı dilden bir iletişim kurmuştu. Yunus Emre Türkçeyi basit anlamıyla bir konuşma dili olmaktan çıkartmıştı. Onu bir kültür ve medeniyet dili haline getirmişti” . Bu etki sınırları da aşmış ve 1480 yılında Tractatus de moribus, conditionibuset nequitia Turcorum “Türklerin gelenekleri, hayat tarzları ve hinlikleri hakkında risale” isimli Latince olarak yayınlanmış bir kitapta Yunus Emre Şiirlerinin çevirisini görmek, Yunus’un evrensel felsefesini sığdırdığı sözlerinin (şiirlerinin) ne kadar kıymetli olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır. Ama işin ilginç tarafı da şu ki Yunus aynı tarihlerde (1480) kendi topraklarında, Ebussuud Efendi tarafından medreselerde okutulması yasaklanan bir şairdi.

Yunus’un soluklandığı bir iklim var o iklimi anlamadan Yunus’u anlamak mümkün değildir.

Anlam değer dünyamızın yegâne varlığı ve bağı, dildir.  Yunusun yaşadığı dönemde iki konuda eser üretimi çoğalmıştır: 1- Dil 2- Tarih

Aynı şekilde Atatürk’ün de ilk olarak Dil Tarih Coğrafya Fakültesi açmış olması manidardır.

Çünkü bir millet devletini kaybettiğinde varlığını dil üzerinden sürdürüp kayıt altına alır.

Yunus’un şiirlerindeki felsefe o kadar sahici ve güçlü bir zemin ki teklifini görmezden gelemezsiniz. O günden bugüne o felsefenin aktarılması ve yaşamasının sebebi budur. Yunus Türkçeyi sadece konuşma dili olmaktan çıkarıp sözcüklere yüklediği derin felsefi anlamlara dönüştürünce kişinin yaratıcı ile Türkçe iletişim kurmasının da önü açılmış olur. Bu durum da Türkçenin bugüne kadar yaşamasına sebep olmuştur.

13 yy sufilerinin kutsal davaları:

Orta Asya’da, Yusuf Hemedani, Ahmet Yesevi, Lokman Parende ve Hacı Bektaş Veli, İslamiyet’i Türk sufiliği ile bütünleştirmişlerdir. İslamiyet’i Türkçe konuşturmuşlardır. Bu evliyaların çevresinde oluşan Müslümanlık, gaza kültürünü dışlayarak iktisadi hayatla savaş ekonomisi dışında kalan başka noktalardan hayatla eklemlenir. Siyasi güç merkezinin çekimlerinden uzak durur ve ayrıca her türlü “ötekiyle” de barışıktır. Türkçe bu yıllarda ilahi bir din haline geliyor. Türkçe Tanrı ve onun elçileriyle haberleşmede hem seçkinler hem de sıradan halk arasında hatırı sayılır bir önem arz etmiştir.

Tarihte dilin bir kültür öbeği oluşturması hep olmuştur. ( Kominite ) Konuşulan Türkçe etrafında gelişen Müslümanlığa Türkçenin ( konuşulan dilin) bir takım hatların çizilmesinde ve topluluk bilincinin oluşmasında çok önemli rolü olmuştur. Bu dönemdeki evliya takımının birlik- dirlik söylemleri çok önemlidir.

Anadolu sufilerinin eserleri, Anadolu’ya gelen Türklerin geldikleri coğrafyaya uyum sağlayıp, burayı anlamlandırıp, içselleştirip vatan haline getirebilmeleri için bir ders, bir yapılacaklar listesi gibidir.

13. yy sufilerinin ortak mesajı, yaşanılabilir bir dünya olduğu ve bunun mümkün olduğunu göstermektir. Yaşanılabilir bir dünyanın en önemli şartı ise insanlar, hayvanlar ve doğa ile uyum içinde olmak. Yunusun şiirlerindeki ‘yaradılanı hoş gördüm, yaradandan ötürü…’ dizelerinin altında yatan felsefe de budur.

Karamanoğulları soyundan olan Kaygusuz Abdal Sultan ne demiş?

“Türk dilin Tanrı buyurdu Cebrâil / Türk dilince söylegil dur git dedi

“Türk dilince Cebrail ‘hey dur’ dedi / ‘Durugel Uçmag’ın terkin ur didi”

bu dizelerden de anlaşılacağı gibi Tanrı buyruğunu Cebrail vasıtasıyla Türkçe iletti demiştir. Aynı şekilde Aşık Paşa “Türk dilinde anlayalar ol Hak’ı.” derken de Hak (Tanrı) mesajının Türkçe algılanmasını dilemiştir. Aynı durumu Atatürk’ün Kuranı Kerimi Türkçeye çevirme çalışmalarının sebebinde de görebiliriz.

Ulus bilinci oluşmasında Türkçenin etkisi:

Toplumu bir arada tutan, buna kimsenin farkında olmadan uyduğu kurallar vardır. Adeta gizli zamklar gibi. Bunlar dağıldığı zaman nizamı âlem dağılır. Hukuk, toplum düzeni için bu formel değerlerin dışına çıkıldığında ortaya çıkar ve teknik bir konudur. Toplumu uyumlu ve bir arada tutan moral değerler ve erdemlerdir.

Doğu toplumlarının dönüşümü Batı’nın aksine bilim ve teknolojiyle olmaz, söz ( şiir, destan, menkıbe) ile olur. Şiir (söz) göçebe bir kültürün vatanıdır. Mekânı taşıyamadığı için bütün birikimini söze sığdırır ona sarılır ve o kimlikle seyahat eder. Sözcüklerine sığdırdığı bir kültür, tarih ve geçmiş deneyimleri vardır. Atatürk de bu durumun gayet farkında olmalı ki 1. Türk Dil Kurultayı’na yörük obalarını çağırması bana göre tam da bu sebeptendir. İlgili yazım aşağıdaki linkten ulaşılabilir.

https://www.karamanulak.com/makale/ataturkun-emriyle-1-turk-dil-kurultayina-katilan-yorukler-84

 

 

Farklı zamanlarda yaşasalar da samimi Türk aydınlarının toplumun sancılı zamanlarında aynı refleksi gösterdiklerini görebiliriz. Yunus Emre – Aşıkpaşa ve diğerlerinin 13. yy’ da yaşadıkları travmaları 1. Dünya Savaşı sonrasında da Mehmet Akif’te, Nazım Hikmet ve diğerlerinde görürüz. Bunalım dönemlerinde şairlerin hep öne çıkmasının sebebi bu dönemlerde fikirden çok duyguya ihtiyaç olmasından dolayıdır. Bu durum sadece Anadolu Türklerine has bir durum değildir. Rusya’nın Türk coğrafyasında yapmaya çalıştığı asilimalsyon çabaları sırasında İsmail Gaspıralı Türk halklarını birlik ve dayanışmaya çağırdı. “Dilde, fikirde, işte birlik!” sözüyle Türk halklarındaki birlikteliğin temel ilkelerini oluşturdu ve günümüzde de bu söz bu birlik mücadelesinin hedefini göstermektedir.

Velhasıl ;

Edebi, dini, siyasi ve günlük hayat içinde Türkçenin önemini tecrübe etmiş, bedeller ödemiş ve günümüze kadar bizi bir ulus yapan ve bir arada tutan en önemli değeri, yani Ses Bayrağımız Türkçeyi, şimdilerde bu kadar yoz, samimiyetsiz içi boş bir slogandan (Türk Dilinin Başkenti) ibaret zannetmek, bu tarihi sorumluluğun farkında olmamak, bize kalan bu büyük mirasa en büyük hainlik değil midir? Sorarım sizlere…

Vesselam…

“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

26/9/1932 Gazi Mustafa Kemal Atatürk.

 

 

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER

Reklamı Geç